Beyoğlu’nda Atan Kalp
Çocukluğundan beri piyanodan bağlamaya, akordeondan kemençeye, viyolonselden kanuna, Atina’dan Girit’e ve en nihayetinde İstanbul’a sekerek müzikal evrendeki yolculuğunu sürdüren Asineth Fotini Kokkala, yaptığı her yeni işle sadece Ege’nin iki yakasını değil, dünyanın farklı coğrafyalarını da bir araya getiriyor. Onunla sese, hafızaya ve aidiyete dair bu köprülerden geçtik.
Bugünkü “sen”in ipuçlarını veren bir çocukluk hatıran var mı?
Dört çocuktan üçüncüyüm. Annem babam eczacı. Bizi müzikle tanıştıran kişi ise dayımın eşi. Atina’dayken komşuyduk ve kızlarıyla beraber büyüdük. Sonra ben altı yaşlarındayken, dayım doktor olduğu için Girit’e taşınmak zorunda kaldılar. Genel olarak hayatımıza renk katan, müziği ve eğlenceli şeyleri getiren figür, Venezuelalı yengem. İki de kuzenim var, çok severim. Biri çok meşhur bir piyanist oldu: Alexia Mouza Arenas. Diğeri ise Kopenhag’da yaşıyor. Hayatımız yolculuklarla doluydu ve yazları hep Girit’te buluşurduk. Girit benim kökenim olmasa da zamanla köyüm gibi oldu. Anneannem o sıralar yaşıyordu ve onu paylaşıyorduk. Bazen bizde kalıyordu, bazen de Girit’te. Sonra ben yedi yaşındayken onu kaybettik. Müzik konusunda ilk ilhamım yengemdir. O piyanistti. Ben de önce piyanoyla başladım.
Babam, profesyonel müzisyen olmasa da arkadaşları geldiğinde bizim evde acayip muhabbetler olurdu. Dua gibi, yemeğe başlamadan önce bir şarkı; bittikten sonra bir şarkı söylenirdi… Küçükken hep şunu hatırlıyorum; insanlar bir masanın etrafında konuşup şarkı söylerken ben uyuyakalıyorum. Sonra beni içeride sakin bir odaya götürüyorlar. Ağlıyorum, tekrar salona getiriyorlar. Bana çok güven verirdi bu akşamlar.
Kanunu ilk kez nasıl eline aldın?
Tesadüf oldu. Altı yaşındayken bir dershanede piyanoya başladım. Orada geleneksel şarkılar söylediğimiz bir çocuk koromuz da vardı. İlkokuldan sonra, devletin sınavla girilen müzik okullarından birine devam ettim. Orada, ilk günden itibaren çok mutlu oldum. “Vaav,” dedim, “ne hoş bir yer!” Çok farklı semtlerden çocuklar, Atina merkezindeki bu okula geliyordu.
İlk sene piyano çalışıyordum. Biraz da bağlama. Hem bir batı çalgısı, hem de geleneksel bir çalgı çalmamız isteniyordu. Üçüncü bir enstrüman daha seçebiliyorduk. İlk sene akordeon seçtim nedense. Ertesi sene akordeon hocamız gidince, başka bir enstrüman seçmem gerekti. Oyun gibi bakıyordum meseleye; hayatımı bu kadar etkileyeceğini tahmin etmiyordum o zaman. Seçmeden önce biraz çalıp gösteriyorlardı enstrümanları. Kanunu dinleyince, “Bu ilginç!” dedim ve öylece seçtim. Akordeon seçseydim, şu anda Paris’te veya Arjantin’de olurdum belki de!
Fotoğraflar: İmge Yüksel
O zaman Batı müziği ile makam müziğini bir arada öğrendin…
Evet. Çok iyi bir kanun öğretmenim vardı. Bana Girit’teki Houdetsi köyünden ilk bahseden de oydu. Orada Ross Daly’nin kurduğu çok önemli bir okul var: Labyrinth Musical Workshop. Dünya çapında bir yer ve daha çok Anadolu’dan ve Doğu’dan (mesela İran, Afganistan ve Hindistan’dan) müzisyenleri workshop vermeleri için getiriyor. Bir hafta boyunca sabah akşam 3’er saat çalışıyorsun. İlk kez 15 yaşındayken kanun hocamla oraya gittik. Acayip bir şeydi. Kanuni Göksel Baktagir ile udi Yurdal Tokcan da oradaydı. İlk kez Türk müzisyenlerle bir araya geliyordum. Ertesi sene kanunda rahmetli Halil Karaduman vardı. O sene ben de neyzen Ömer Erdoğdular’ın derslerine katıldım. Kendisi sonradan hocam oldu. Bir yandan okul dışında, kanunla beraber viyolonsele de başlamıştım.
Senin için multi-enstrümentalist diyebilir miyiz?
Evet, ama bu bir mesele aslında. Çünkü bazıları tek bir enstrüman seçip tamamen ona dalıyor ve çok derinlemesine hakim oluyor enstrümanına. Ben ise öyle tanımlamıyorum kendimi. Kafamdaki müziği yapmak için her enstrümanı araç olarak görüyorum. Bu yüzden “Kanuni’yim, veya viyolonselistim,” gibi hissetmiyorum. İçimde ne varsa bir şekilde elimdeki enstrümanla anlatıyorum.
Fotoğraf: Eric Theze
İstanbul nasıl kanına girdi bu arada?
Girit’ten hocalarım, başta Ömer Erdoğdular, ön ayak oldu. Osmanlı ve makam müziğine hakim, eski tarz bir müzisyen Ömer Erdoğdular. Sıfır İngilizce! Sadece notalarla anlaşıyorduk ve o ders saatlerinin dışına çıkarak, sabahtan akşama hiç üşenmeden bizi çalıştırıyordu. Gerçekten meşk yapıyordu…
Girit’te her sene farklı seminerlere katılıyordum. Bir sene Erkan Oğur’un seminerine katıldım. Sonra biraz klasik kemençe denedim; Derya Türkan gelmişti. Her sene zaten Ömer Erdoğdular’ın seminerine gidiyordum. Ben genel olarak Türklerin seminerlerine katılıyordum. Afrika’dan gelen müzisyenler de vardı; kora’ya da gidebilirdim ya da farklı şeyler deneyebilirdim ama denemedim.
Liseden mezun olunca Arta’daki Epir Teknik Üniversitesi’nde halk müziği ve geleneksel müzik okumaya gittim (sonradan okulun ismi Ioannina Üniversitesi oldu). Orada da makamsal müzikler öğreniyorduk. Üç seneden sonra tez aşamasındayken dedim ki: “Erasmus yapacağım ve İstanbul’a gideceğim!”
Aslında Yunanistan’da da klasik enstrümanlarla makam müziği yapan çok sayıda iyi müzisyen var. Türkiye’ye gelme sebebin, Anadolu’ya, suyun kaynağına ulaşmak istemen mi?
O zaman, yani 20 sene önce Yunanistan’da makam müziğiyle uğraşan çok yoktu. Girit’ten çok etkilenmiştim. 15-16 yaşında bir çocuk için böyle bir deneyim yaşamak acayip bir şeydi. Bir şey oldu içimde, İstanbul’u çok merak ediyordum.
Tabii çok büyük bir kavga oldu babamla. Hala da konuşuruz bunu. İstanbul’a gelmek istiyorum ama daha çocuğum ve babam izin vermiyor. Ama bir parantez açayım: Babamın Türkiye’ye karşı çok önyargısı vardı. Bir köyde büyümüş ve Osmanlılar’a karşı ilk isyan onun köyünden başlamış. Bu yüzden korkuyordu ve sanki ben İstanbul’a vardığımda Osmanlılar beni ellerinde kılıçlarla karşılayacaktı! Bence böyle şeyler düşünüyordu.
Sonra o yolculuğu yapabildim. İlk kez turistik bir grup olarak geldik. Ve şehre aşık oldum. Döndüğümde de hep İstanbul dönüyordu kafamda… Sonra, hop! 2010’da İstanbul’a Erasmus’a geldim. Ama hiç temelli burada yaşayacağımı düşünmemiştim. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde okumaya başladım; hatta sonra bir seneye uzattım. Sonra staj ve burada kaldım.
İyi ki kalmışsın… Peki Atina ile İstanbul’u karşılaştırman gerekse?
İstanbul ile karşılaştırırsan Atina köy gibi ama ben çok benzetiyorum his olarak. Her ikisinde de kaybolabilirsin kalabalığın içinde. “They call it chaos, we call it home.” (Onlar kaos diyor, biz ise evimiz.) diye bir söz vardır ya İstanbul için. Burada yaşamayanlar sevmeyebilir.
Kaostan besleniyoruz belki de…
Evet… Mesela Kadıköy ve İzmir ile Selanik’i birbirine benzetiyorum. Ama Beyoğlu ve İstanbul ile de Atina benzer, his olarak. Beyoğlu’nda çok alakasız şeyleri bir arada görebilirsin. Diğerlerinde deniz ve çok daha rahat bir atmosfer olsa da ben asıl Beyoğlu’nda evimde gibi hissediyorum.

Neticede Türkiye’den biriyle evlendin. Yunan – Türk aşkı yeni bir tema değil. Anadolu kökenli eski Rum müzisyenlerin şarkılarında da Cemile, Makbule gibi aşık olunan kadın isimlerine de çok rastlıyoruz. Sence iki kültür birbirini tamamlıyor mu?
Tamamlıyor kesinlikle. Ben de artık, Türkiye’ye gelmeden önceki Fotini değilim. İki kültürü de taşıyorum. Eşimle de böyle hissediyorum; Yunanca bilmese de bir şekilde aynı kültürü paylaşıyoruz. İstos Korosu’nda beraber müzik yapıyoruz zaten. Karşılıklı cuk oturmak böyle bir şey!
Az önce Ömer Erdoğdular’dan bahsettim ya; onu da babam gibi görüyordum gerçekten. Gayet dindar, Müslüman bir insandı ve ben ona kendimi çok yakın hissediyordum. Çok farklı bir sevgiydi. Bir de yabancı olduğum için, Türkiye’deki çok farklı dini ve sınıfsal çevrelere daha rahat girebildim. Ben her zaman egzotiktim. Çok farklı ilişkiler kurabildim beyaz Türkler, Kürtler ve Romanlar ile… Tarlabaşı’ndakiler ile olduğu kadar (orada bir dönem yaşadım), Etiler’dekiler ile… Çok ilginç: bu farklı kimlikler, belki kendi aralarında bir araya gelmemişlerdir, benim geldiğim kadar.
Müzik birçok kapıyı açıyor zaten… Peki seni en çok heyecanlandıran müzikal mevzular neler? Aslında neyin peşindesin?
İstos Korosu benim için çok güzel bir fırsat oldu müzisyen olarak. İstos Yayınevi’nden dediler ki: “Gel! Bir müzik atölyesi açalım. Rebetiko olsun teması.” 2017’de oluyor bu. Daha öncesinde ben, Yunanistan’dan üç kız olarak kurduğumuz Sinafi Trio ile beraber Beyoğlu’nda birçok meyhanede ve türkü barda çalıyordum. Çok yoğun, haftada dört gün çalıyorduk. O zamanlar, Yunan bir müzisyen olarak müşterilerin ve işverenlerin benden çok belli beklentileri vardı. Biraz grek müzik, sirtaki ve Costas Ferris’in Rembetiko filminin müzikleri tarzında şeyler bizden isteniyordu. Halbuki ben, rebetiko dediğimiz sadece bu değil, diyordum.
Sinafi Trio ile istediğimiz tarz müziği çalmak için çok çabaladık. Biz Yunanca müziklerden çok farklı örnekler getiriyorduk; mesela hiç bilinmeyen rebetikolar ve sevdiğimiz başka şarkılar… Bir de Türkiye’den farklı türküler ve de klasik sanat müziği repertuarından bazı parçalar… Epey geniş bir repertuar çalıyorduk. Türkiye’de konservatuarda böyle bir şey var: ya THM’cisin, yani türkücüsün, ya da TSM’ci. “Ah, kanun mu çalıyordun. O zaman TSM!” Klasik İstanbul kemençesi çalıyorsan, TSM! Halbuki Tamburi Cemil Bey hem meyhanelerde hem de sarayda çalıyordu. Öncelikle biraz bunu kırmak isterdim. Oysa ben her ikisini de istiyorum; beraber alabilir miyim lütfen?
O yüzden İstos’tan böyle bir teklif geldiğinde çok mutlu oldum. İlk sene her derste, öğrenmek üzere üç yeni şarkı getiriyordum. Sonradan, biraz abarttığımızı farkettim. Rebetiko’da iki farklı ekolden bahsedebiliriz: İzmir ve Pire rebetikosu. Bunlar tarz olarak, tavır olarak birbirinden epey farklı. Zamanla geleneksel Yunan müziklerine de girdik: Neden Epir müziği Arnavutluk’a daha yakın, Girit’e göre? Ya da Trakya’da neler oluyor? Bir bakıyorsun, Bulgaristan ve Türkiye ile çok benzer. Böylece biraz müziğin antropolojisine daldık ve benim için çok güzel oldu.
Neticede Türkiye’den biriyle evlendin. Yunan – Türk aşkı yeni bir tema değil. Anadolu kökenli eski Rum müzisyenlerin şarkılarında da Cemile, Makbule gibi aşık olunan kadın isimlerine de çok rastlıyoruz. Sence iki kültür birbirini tamamlıyor mu?
Tamamlıyor kesinlikle. Ben de artık, Türkiye’ye gelmeden önceki Fotini değilim. İki kültürü de taşıyorum. Eşimle de böyle hissediyorum; Yunanca bilmese de bir şekilde aynı kültürü paylaşıyoruz. İstos Korosu’nda beraber müzik yapıyoruz zaten. Karşılıklı cuk oturmak böyle bir şey!
Az önce Ömer Erdoğdular’dan bahsettim ya; onu da babam gibi görüyordum gerçekten. Gayet dindar, Müslüman bir insandı ve ben ona kendimi çok yakın hissediyordum. Çok farklı bir sevgiydi. Bir de yabancı olduğum için, Türkiye’deki çok farklı dini ve sınıfsal çevrelere daha rahat girebildim. Ben her zaman egzotiktim. Çok farklı ilişkiler kurabildim beyaz Türkler, Kürtler ve Romanlar ile… Tarlabaşı’ndakiler ile olduğu kadar (orada bir dönem yaşadım), Etiler’dekiler ile… Çok ilginç: bu farklı kimlikler, belki kendi aralarında bir araya gelmemişlerdir, benim geldiğim kadar.
Müzik birçok kapıyı açıyor zaten… Peki seni en çok heyecanlandıran müzikal mevzular neler? Aslında neyin peşindesin?
İstos Korosu benim için çok güzel bir fırsat oldu müzisyen olarak. İstos Yayınevi’nden dediler ki: “Gel! Bir müzik atölyesi açalım. Rebetiko olsun teması.” 2017’de oluyor bu. Daha öncesinde ben, Yunanistan’dan üç kız olarak kurduğumuz Sinafi Trio ile beraber Beyoğlu’nda birçok meyhanede ve türkü barda çalıyordum. Çok yoğun, haftada dört gün çalıyorduk. O zamanlar, Yunan bir müzisyen olarak müşterilerin ve işverenlerin benden çok belli beklentileri vardı. Biraz grek müzik, sirtaki ve Costas Ferris’in Rembetiko filminin müzikleri tarzında şeyler bizden isteniyordu. Halbuki ben, rebetiko dediğimiz sadece bu değil, diyordum.
Sinafi Trio ile istediğimiz tarz müziği çalmak için çok çabaladık. Biz Yunanca müziklerden çok farklı örnekler getiriyorduk; mesela hiç bilinmeyen rebetikolar ve sevdiğimiz başka şarkılar… Bir de Türkiye’den farklı türküler ve de klasik sanat müziği repertuarından bazı parçalar… Epey geniş bir repertuar çalıyorduk. Türkiye’de konservatuarda böyle bir şey var: ya THM’cisin, yani türkücüsün, ya da TSM’ci. “Ah, kanun mu çalıyordun. O zaman TSM!” Klasik İstanbul kemençesi çalıyorsan, TSM! Halbuki Tamburi Cemil Bey hem meyhanelerde hem de sarayda çalıyordu. Öncelikle biraz bunu kırmak isterdim. Oysa ben her ikisini de istiyorum; beraber alabilir miyim lütfen?
O yüzden İstos’tan böyle bir teklif geldiğinde çok mutlu oldum. İlk sene her derste, öğrenmek üzere üç yeni şarkı getiriyordum. Sonradan, biraz abarttığımızı farkettim. Rebetiko’da iki farklı ekolden bahsedebiliriz: İzmir ve Pire rebetikosu. Bunlar tarz olarak, tavır olarak birbirinden epey farklı. Zamanla geleneksel Yunan müziklerine de girdik: Neden Epir müziği Arnavutluk’a daha yakın, Girit’e göre? Ya da Trakya’da neler oluyor? Bir bakıyorsun, Bulgaristan ve Türkiye ile çok benzer. Böylece biraz müziğin antropolojisine daldık ve benim için çok güzel oldu.

Bu arada tez yazma sürecindesin. Ondan da biraz bahsedelim mi?
Bitirmek istiyorum sadece! Odaklandığım konu, 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle 50’lerden 80’lere kadar İstanbul gece müzik hayatına Rumların katkısı. 50’lere kadar Rum müzisyenlerin altın çağıydı ve çok yoğun bir müzikal üretim vardı. Ondan sonra, 1942’de varlık vergisi, 1955’te 6-7 Eylül olayları, 1964 sürgünleri ve 1974 Kıbrıs meselesinden sonra tak, tak, tak, tak… Rum nüfus acayip azalıyor ve çok kültürlü ortam kayboluyor. Fakat 80’lerde ve 90’larda, bu kez çat diye taverna ve Rum müziğine yoğun ilgi başlıyor. Rum’suz Rum müziği yapılıyor. Artık Rumlar “tehlikeli öteki” değil ve adeta egzotik bir figüre dönüşüyor. Beğenilerde de sınıfsal farklılıklar var. Kentsel İstanbullu, orta sınıf Türk, Rum komşunun müzikleriyle daha fazla özdeşleşiyor; Anadolu’dan gelen geniş kesimler ise o kadar değil… Müdavim olarak kimler tavernaya gidiyordu, kimler türkü bara? İlk gruba “öteki” nostaljisi hakimken, ikinci grup için konu hala kazan gibi kaynıyor. Özetle tezimde; Rum nüfus azalırken, müziklerinin nasıl popülerleştiği ve yeniden İstanbul kültürünün bir parçası hale geldiği üzerine çalışıyorum.
İstos Korosu üyelerinin çoğu da zaten Rum değil; çok farklı kimliklerden ve mesleklerden geliyorlar, hatta çoğunlukla Yunanca bilmiyorlar…
Evet, çok ilginç… Aramızda sadece bir Rum arkadaşımız var. İstos’ta bir araya gelenler, tipik grek müziğinin peşinde olanlar değil mesela. Benim yaptığım müzikte kimlikler iç içe geçiyor. Hangisi Türk, hangisi Yunan, bu sınırlar belirsizleşiyor. Anadolu kaynaklı, biraz alaturka ve makamsal bir müzik yapıyoruz. Mesela, yüzü Batı’ya dönük, sekülerliği veya Ortodoksluğu ön planda tutan bir Yunan’a pek hitap etmez, yaptığımız tarz müzik.
Hayatında pazartesi günlerinin nasıl bir yeri var?
Pazartesi günleri kimse seni konser için çağırmaz. Bu yüzden pazartesi, hayatımdaki en stabil gün. Dokuz senedir düzenli olarak İstos çalışmaları pazartesileri gerçekleşiyor. Pandemiden sonra, NikoTeini olarak pazartesi videolarımız da başladı. Backgroundları ve enstrümanları farklı iki müzisyen, Niko ve Fotini olarak, bir kanepede oturup çalarken kayıt tuşuna bastık; mükemmel olma kaygısına düşmeden. Ve iki sene boyunca her pazartesi yaşanan bu devamlılık, kendi sound’umuzu da yarattı. NikoTeini, nikotin gibi bir bağımlılık haline geldi zamanla.
Ha ha ha… Çok iyiymiş… NikoTeini olarak konser için yurt dışına da davet edildiğinizi biliyorum. Yurt dışı konserlerinde nasıl bir izleyiciyle karşılaştın?
Son olarak Avustralya’ya gittik. Gerçekten çok şanslı hissediyorum, böyle bir şey yapabildiğim için. Bambaşka bir yer. Orada büyük bir Yunan diasporası var. Melbourne, Adelaide ve Sydney’deki konserlerimize de daha çok Yunanlar geldi ama ilginç olan şu: Tazmanya’da neredeyse hiç Yunan yoktu. Orada çok ilginç bir dinleyici ile karşılaştık! Balkanlar’da ve yaşadığım iki ülke olan Yunanistan ile Türkiye’de kimlik meselesi o kadar önemli ki… İnsanlar müzikal olarak belli bir şeyi beğeniyorlar; çünkü kimlik olarak belli bir yere ait hissediyorlar. Tazmanya’daki dinleyici ise sadece müziğimizi, en duru haliyle dinledi. Böyle bir hissi pek sık yaşamıyorum.
Uzaylılar seni dinlemeye gelmiş gibi…
Evet!
Girit’ten başka sevdiğin Yunan adaları hangileri? Yüzlerce var ama…
Midilli. Tabii ki bir yeri insanlar özel yapıyor. Güzel müzisyen arkadaşlarımız var orada: Nikos Andrikos, Maria Seitanidou… İki kültürü de taşıyan bir ada ve her sene İstos Korosu’yla oraya seminer yapmaya gidiyoruz. Gerçi kabul ederler mi bilmiyorum ama Girit ile Midilli’yi çok benzetiyorum birbirine. Tıpkı babamı da Türklere benzettiğim gibi! Başka? Amorgos’un enerjisini de çok severim. Fakat uzun zamandır yeni bir adaya gitmedim.
Fotoğraflar: Dilek Çilingir
Sırada heyecan verici ne var? Ara Dinkjian ile 28 Eylül’de ve 1 Ekim’de İstanbul’da, biletleri satışa çıktığı gün tükenen iki konseriniz var. Belki benim bilmediğim başka heyecan verici planlar da vardır tabii…
Ara Dinkjian ile bir araya gelmekten daha heyecan verici bir şey olabilir mi? Hala inanamıyorum.
Ara Dinkjian ile müzikal akrabalığınız nereden geliyor?
Çocukluğumdan beri dinlediğim bir müzisyen. Night Ark grubu zamanlarından beri… Sonraları Yunanistan’da Eleftheria Arvanitaki ile Türkiye’de Sezen Aksu’ya verdiği parçalar ile çok popüler oldu. Ardından, birçok dilde seslendirildi Ara’nın şarkıları. Onun müziğe bakış açısı çok farklı. Uda dokunduğu zaman, seni müziğin anlamına; bambaşka, doğal bir akışa çekiyor. Sanki bir an nefes alıyor ve zamanı durduruyorsun. Müziğe böyle bir bakış açısı, benim de pusulam.
Nasıl bir araya geldiniz ve bu konserde ne bekliyor insanları?
Boğaziçi Üniversitesi’nden Yaşar Tolga Cora’nın İstos ile Ara Dinkjian’ı bir araya getirme fikriyle başladı her şey. Onur Günay ve Ülker Uncu’nun da bizi yakıştırması ve güzel referanslarıyla, bir anda kendimizi hazırlık içinde bulduk. Ara ile ilk buluşmamızda, çok sesli bir koro olmadığımızı; bizi bir masanın etrafında keyifle çalıp söyleyen insanlar gibi düşünebileceğini söyledim. Aklımdaki proje, iki nesli; yani babası Onnik Dinkjian’ın geleneksel Diyarbakır Ermenicesi parçalarıyla Ara’nın yeni parçalarını bir araya getirmekti. Fikri beğendi. Aylar sonra ilk provaya gelene kadar bizi hiç dinlememişti. Geldiğinde ise gördüğü şey hoşuna gitti…
Son olarak, İstanbul’a dair birkaç sorum var. Şehirde kendini en iyi hissettiğin yer neresi?
Beyoğlu. Nokta!
Neden diye sormuyorum…
Kaos, tarih, karma… Orada hem kalabalık, hem yalnız olabilirsin. Ne kadar kimlik değiştirirse değiştirsin, o ruh senelerdir orada. Kalp atışı farklı. Bunu sahiplenmemiz lazım.
İstanbul’u anlatan bir sofra kursaydın, üzerine neler koyardın?
Bir simit, bir bardak çay, karıştırma sesi (çılink, çılink), tramvay sesi (ding, ding!), masanın altından arada bir hissedilen kedi patisi, bir de martı sesi koyardım (aayy, aayy, aayy, diye taklit ediyor). Böylece hemen İstanbul’u hissederdik…
Fotini Kokkala’nın işlerini ve İstos Korosu’nu takip etmek için: Instagram / @fotinikokkala ve @istoskorosu Youtube / @NikoTeini ve @istoskorosu815
Tuba Önal
Nefis bir yazı💯